3. Dünya Savaşı sonrası Paris'teyiz, daha doğrusu Paris'ten geriye kalanlarla. Savaştan sağ kurtulan bir grup insan yeraltına çekilmiş ve orada yeni bir dünya kurup Paris'in yeraltı sokaklarında yaşamlarını devam ettiriyorlar. Ancak 3. Dünya savaşının sonuçlarının, nükleer artıkların sadece şimdilerini değil geleceklerini de tehdit ettiğinin farkındalar ve bu nedenle geleceklerini kurtarmak için geçmişlerinden yardım almaya çalışıyorlar. Bu aşamada 'zamanda yolculuk' yapma üzeine çeşitli deneyler gerçekleştiriyorlar. Son aşamada yaptıkları deneyleri insanlar üzerinde uygulamak için bir mahkum seçiyorlar. Geçmişteki, savaşöncesi bir anısına ve anına takılıp kalan bu mahkumun zihninde çocukluğunda şahit olduğu bir olay/sahne tüm canlılığını korumakta ve bu sahnenin gerçekliğine ilişkin şüpheleri onu deliliğe doğru sürüklemektedir: Savaştan önce aileler her pazar çocuklarını havalimanına götürüp orada kalkıp-inen uçakları göstermektedirler onlara. Ailesinin onu havalimanına götürdüğü bir pazar 10 yaşlarındaki mahkum, havalimanında bir kadına doğru koşmakta olan bir adamın başka adamlar tarafından öldürülüşüne tanık olur. Bu an ve kadının yüzü bir fotoğraf karesi gibi mahkumun zihnine işler ve kendisi henüz farkında olmasa da, bu onun geleceğini şekillendirmeye başlar (burada hemen bir parantez açıp, La Jetee'yi bilmeseniz bile buraya kadar anlattığımız kısmın size bir başka filmi hatırlattığını umuyoruz!). Yiyecek, ilaç ve enerji kaynakları getirmek üzere savaşöncesi geçmişe gönderilen mahkum, orada anılarına yüzü kazınan kadınla tanışır ve zamanda yaptığı yolculuklarda hep onunla vakit geçirmeye başlar artık.
La Jetee, 28 dakikalık kısacık bir film ve bu nedenle fazla detay vermek istemiyoruz, ama bu kısacık filme neredeyse 2 saatlik bir filmin konusu sığdırılmış ve 2 saatlik bir filmin yapabileceğinden çok daha iyi anlatılmış/aktarılmış konu. Hiç şüphesiz bunda filmin çekim tarzının büyük etkisi bulunmakta; zira film bildiğiniz filmler gibi akmıyor. Bütün film siyah-beyaz fotoğraf karelerinin film olarak montajlanmasından ve arkada fotoğraflara eşlik eden bir 'dışses'ten oluşmakta. Akan görüntüler olmadığından kahramanlar da konuşmamakta, olay ve konuşmalar dışses tarafından dillendirilmektedir. Böylece atlanan karelerle 2 saatlik filmin konusu 28 dakikalık bir film içerisine sığabilmektedir. Fotoğraf karelerinin siyah-beyaz olması, özellikle 3.Dünya Savaşı sonrası Paris'inin yıkılmışlığını veya Paris'in yeraltı sokaklarının sessizliğini verme konusunda bir yığın renkli fimden daha başarılı oluyor. Diğer taraftan filmin fotoğraf karelerinden oluşması, filmin an(ı)lar üzerinden hareket etmesini sağlayarak, zamanın aslında birbirine eklenmiş an(ı)lar bütünü olduğunu da vurguluyor. Özellikle mahkum ve kadının içi doldurulup dondurulmuş hayvanların sergilendiği müzeyi gezerken, aynı fotoğraf karesinde tıpkı onlar gibi ve onlarla beraber donup kaldıklarını, onlardan bir farkları olmadığını görüyoruz sanki o müzenin parçalarıymış gibi. Bir anda donup kalan hayvanlar gibi yaşadıkları an(ılar)da donup kalmak istemektedir aslında kadın ve mahkum da. Elbette eğer bir konuyu filme fotoğraf kareleriyle aktaracaksanız seçeceğiniz sahnelerin de ince elenip sık dokunması gerekir ki, Chris Marker da film boyunca bunu yapar: Bir simyacı gibi en iyi kareyi oluşturmaya çalışır aslında seçtiği karelerle ve sonuçta ortaya her bir karenin birbirine eklendiği bir puzzle çıkar.
Diğer taraftan film bir bilim-kurgu olmasına rağmen herşey minimal seviyede kullanılmıştır. Zamanda yolculuk yapılmasını sağlayan düzenek bir hamak ve gözlere takılan bir bandajdan oluşmakta; mahkum bu hamağa yatmakta ve gözlerine takılan bir bandajla da zamanda yolculuk yapmaktadır, ama anlaşılacağı üzere bu yolculuk zihinsel seviyede gerçekleşmektedir. Görebileceğimiz bütün mekanlar yeraltındaki labaratuvar, havaalanı ve dondurulmuş hayvanların bulunduğu müzedir. Oyuncu sayısı ise bir elin parmaklarını geçmez. Ama Chris Marker yine de minimal düzeyde maksimum etkiyi başarır ve 28 dakikalık filme neredeyse bir dünyayı sığdırır. Filmle ilgili bir başka önemli nokta da, film boyunca özellikle Paris'in yeraltı sokaklarında duvarlara yazılmış olan "Tete Apotre" yazısıdır. Yunanca ἀπόστολος (apóstolos) kelimesinden türemiş olan Apotre (veya İngilizce olarak Apostle) "uzaklara gönderilmiş olan" yani hebarci/elçi anlamına gelmektedir ve Hıristiyanlıkta İsa'nın 12 Havarisini tanımlamak için kullanılmaktadır. "Tete Apotre" ise Havari Başı anlamına gelmektedir. Chris Marker'ın bunu, dünyanın ilk animasyon filmi olan 1917 Arjantin yapımı "El Apostol"a bir gönderme olarak filme eklediği söylenmektedir (kaynak). Ancak görünen odur ki, 1995 yılında Terry Gilliam, Chris Marker'ın bu filmini uzun metraja aktarırken (Chris Marker da senaristleri arasındadır bu filmin), kendi filminin adını "Tete Apotre"ye, "12 Havariye" ve "müzede sergilenen doldurulmuş hayvanlara" bir gönderme olarak belki de, 12 MAYMUN/ TWELVE MONKEYS koymuştur.
Kısaca söylemek gerekirse, La Jetee her şekilde 28 dakikayı aşan, seyredilmeyi ve incelenmeyi hak eden, kısa ama büyük bir film.
Yorum Gönder